Pablo Neruda...





















Ağır ağır ölür 
alışkanlığının kölesi olanlar,
her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,
giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler,
tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür
tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,
beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren
ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında
onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine
“i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler..

Ağır ağır ölür
işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,
bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar,
hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür
yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür
özsaygılarını ağır ağır yok edenler,
kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler,
ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar,
daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar,
bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden,
anımsayalım her zaman;
yaşıyor olmak
yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi
muhteşem bir mutluluğun kapısına.

Pablo Neruda

Life motto...
















1. Take a 10-30 minute walk every day. And while you walk, smile. It is the ultimate anti-depressant. - Also it increases your FACE value.
2. Sit in silence for at least 10 minutes each day. Buy a lock if you have to.
3. When you wake up in the morning complete the following statement, 'My purpose is to __________ today.'
4. Live with the 3 E's -- Energy, Enthusiasm, and Empathy.
5. Pl
ay more games and read more books than you did in 2012.
6. Make time to practice meditation, yoga or stretching, and prayer. They provide us with daily fuel for our busy lives.
7. Try to make at least three people smile each day.
8. Clear clutter from your house, your car, your desk and let new and flowing energy into your life.
9. Don't waste your precious energy on gossip, energy vampires, issues of the past, negative thoughts or things you cannot control. Instead invest your energy in the positive present moment.
10. Realize that life is a school and you are here to learn. Problems are simply part of the curriculum that appear and fade away like algebra class but the lessons you learn will last a lifetime
11. Eat breakfast like a king, lunch like a prince and dinner like a college kid with a maxed out charge card.
12. Try & pay an honest compliment to someone you wouldn't normally.
13. Life is too short to waste time hating anyone.
14. Don't take yourself so seriously. No one else does.
15. You don't have to win every argument. Agree to disagree.
16. Don't compare your life to others'. You have no idea what their journey is all about.
17. No one is in charge of your happiness except you.
18. Forgive everyone for everything.
19. What other people think of you is none of your business.
20. However good or bad a situation is, it will change.
21. Your job won't take care of you when you are sick. Your friends will. Stay in touch.
22. Get rid of anything that isn't useful, beautiful or joyful.
23. Envy is a waste of time. You already have all you need.
24. No matter how you feel, get up, dress up and show up.
25. Do the right thing!
26. Remember that you are too blessed to be stressed.

"Speak in such a way that others love to listen to you and listen in such a way that others love to talk to you."



E bir de "Mühendis" fıkrası...















Adam tatilde balon turu yapmak istemiş. Kiralamış bir balon. Yükselmiş, yükselmiş... Biraz sonra bulutların içinde yakalanmış bir rüzgara. Bir sağa savrulmuş, bir sola... Bir yukarı, bir aşağı derken kendini bir ağacın dalında bulmuş. Balon ağacın dallarına takılmış, kendisi de kabin içinde, yukarıdaki dallların birinde başlamış sallanmaya...

"Kurtarın, kurtarın" diye bağırmış. Ama ne gelen var, ne duyan. Saatler geçmiş. Bizimki hala bağırıyor. Tam ümidi kesmeye başlamışken bakmış aşağıdan biri geçiyor.


"İmdat, imdat... duyuyor musun beni birader? Kurtar beni..." diye bağırmış. Aşağıdaki sesi duymuş, yukarı bakmış. Görmüş bizimkini.


"Kardeş ben burada asılı kaldım. Neredeyim ben?" demiş.


Adam sakin bir sesle: "Bir balonun içindesiniz ve bir dalda asılısınız..." demiş.


Bizimki sinir küpü, kıpkırmızı bir suratla:"Kardeşim sen mühendis misin yoksa?" demiş.


"Evet" demiş adam. "Ama nereden bildiniz?"


"E" demiş bizimki "Verdiğin bilgilerin hepsi doğru ama hiçbir işime yaramıyor..."


Adam da seslenmiş yukarıya:"Pardon ama siz de CEO musunuz?"


"Evet, ama nereden bildin?" demiş bizimki.


"E adam akıllı yoldan gitmek varken havalarda uçmuşsunuz, şimdi geldiğiniz yeri bilmiyorsunuz ve bu durumda bile birilerini suçlayabiliyorsunuz..." 


Komunizm... Kapitalizm....









Dün bir Rus'la iş toplantısı yaptık. Sonrasında sohbet, muhabbet. Eski Rusya, demokrasi, eski düzen, yeni düzen falan derken, iş kapitalizm-komunizme kadar geldi. Ve bakın nasıl anlattı bana eski ve yeni düzeni:

Hikaye #1:

İki köpek varmış. İsimleri; Komunizm ve Kapitalizm...

Birgün karşılaşmışlar. Hal hatır sorma faslı başlamış.

Komunizm :"Ya kardeş sorma. Kabıma 3 öğün yemek koyuyorlar, yiyorum. Ama tasma ipim kısa"

Kapitalizm :"O da dert mi. Benim tasma ipim uzun mu uzun ama yiyecek kabı hep boş..."


Hikaye #2:

3 İşadamı -Komunizm, Sosyalizm ve Kapitalizm- toplantı yapmak için sözleşmişler.  Toplantı saati geldiğinde Kapitalizm ve Sosyalizm oradalarmış. Bekle bekle. Komunizm gelmiş 3 saat gecikme ile.

"Ne oldu yahu neden geç kaldın bu kadar?" demişler

Komunizm :"3 saattir et kuyruğundaydım, kusura bakmayın" demiş...

Buna şaşıran Kaptalizm ve Sosyalizm; 

Kapitalizm:"Hı? Kuyruk ta ne demek?"

Sosyalizm: "Hı? Et de ne demek"...


Memleket isterim...












Memleket isterim 
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; 
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. 

Memleket isterim 

Ne başta dert ne gönülde hasret olsun; 
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. 

Memleket isterim 

Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun; 
Kış günü herkesin evi barkı olsun. 

Memleket isterim,

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; 
Olursa bir şikayet ölümden olsun.


Cahit Sıtkı Tarancı

zor...

İKİ ZOR SORU


SORU 1
Bir kadın tanıyorsunuz ve hamile. Sekiz çocuk sahibi, üçü sağır, ikisi
kör, biri geri zekalı ve kadın da frengili.
Bu kadına kürtaj önerir miydiiniz?
Bu sorunun cevabına bakmadan önce şu soruyu yanıtlayın.

SORU 2
Yeni bir lider seçme zamanı ve öyle bir an geliyor ki lideri sizin
oyunuz tayin edecek.
Üç aday var ve adaylarla ilgili gerçekler de şunlar:
Kimi tercih edersiniz?


Aday A
Düzenbaz politikacılarla işbirliği yapar, falcılara danışır.
İki metresi vardır. Sigaralarını uç uca ekler ve günde 8 ila 10 martini
içer

Aday B
İki defa işten kovulmuş, öğlene kadar uyur. Kolejdeyken afyon içicisi ve
her akşam 1 litreden fazla viski içer.

Aday C
Gözde bir savaş kahramanı. Vejeterjen, sigara içmez, nadiren bir bira
içer ve karısını asla aldatmamıştır.

Bu adaylardan hangisini tercih ederdiniz?


Önce karar verin,
Ama cevaplara bakmayın...
Sonra aşağıya kaydırın ve cevaplara bir bakın



Aday A  Franklin Roosevelt
Aday B Winston Churchill
Aday C Adolf Hitler

Bu arada ilk sorudaki kadına kürtaj yaptıysanız Beethoven'i
öldürdünüz.....

İlginç değil mi?

Birisi için hüküm vermeden önce çok iyi
düşünün…


LIFE IN 3 PICS...

 A WOMAN'S LIFE IN 3 PICTURES : SINGLE, MARRIED, DIVORCED...









"Struma..."


KEYWORDS :
769 yolcu. 1 kurtulan. rus denizaltı batırdı. kandırılan yahudileri dolandıran firmanın sahibinin de bir yahudi olması ise ağaç/balta sapı dilemasını akla getiriyor. ruhsuz, korkak, içine sinmiş dış politikanın tarih sayfalarımıza bıraktığı utanç hikayelerinden biri.
NE OLMUŞTU?
1941 yılında istanbula gelen gemidekilerin amacı filistine ulaşmaktı. aslında bunlar bir bakıma umut tacirleri tarafından kandırılmışlardır. zira bu yolculuğa başlanmadan aylar önce gazetelere titanik modeli yat resimleri koyup romanyanın kalburüstü yahudilerinden yüklüce miktar para alınmıştır ama bunlar son derece kötü bir gemiye bindirilerek filistine ulaşmak üzere yola çıkarılmışlardır. geminin motorları kısa zamanda bozulur. bu gemi 15 aralık 1941de istanbula ulaştıktan sonra yoğun uğraşlara rağmen karaya alınmamıştır. bunun en önemli nedenlerinden biri ingilterenin türk hükümeti üzerindeki baskısıdır. gemiden önemli bir petrol şirketi sahibi aile koç tarafından indirilmiştir diplomatik bir sürü yoğun işlem sonucunda. bu gemiden istanbula indirilen bir başka kişi ise 9 aylık hamile olan bir kadındır bunların dışında gemiden yüzerek kaçıp karaköye çıkan bir genç yakalanarak gemiye tekrar bindirilmiştir. ayrıca bu gencin gömleğini satarak annesine bir kart yolladığı da belgeler arasında mevcuttur. kartta yazan yazı şöyledir; "annecim merak etme biz iyiyiz. şu an istanbuldayız. bu kartı gömleğimi satarak satın aldım. kendinize iyi bakın bizi merak etmeyin." bir buçuk iki ay kadar istanbulda bekletilmiştir gemi. ilk haftalarında yiyecek yardımında bile bulunulmamıştır daha sonraysa yahudi cemiyetleri tarafından yiyecek yardımı yapılmıştır. işin ilginç taraflarından biri dondurucu bir kış yaşanmasına rağmen istanbulda nasıl olup da o insanların hayatta kaldığıdır... çünkü dönem gazeteleri incelendiğinde insanların yolda bir yerden bir yere giderken donduğu yazılıdır. en sonunda ingiltere 18 yaş altı çocukların istanbula indirilmesine izin verir fakat bu sefer ismet inönü sert davranarak bu çocukları da istanbula indirmez ve karadeniz sınırının 3-4 mil açıklarına romorklarla gönderir bu motoru çalışmayan gemiyi... bazı söylentilere göre bunun yapılmasının nedeni akıntıyla tekrar türkiye karalarına vurmasının beklenmesidir sabaha kadar. bir başka söylentiye göreyse ingiltereye karşı bi tepkidir bu yaptığı. sonuç olarak bu yapılan gayrı insani bir şeydir... büyük bir insanlık ayıbıdır. bilindiği kadarıyla gemi romorklar tarafından saat 12 de oraya bırakılmıştır. saat 10da ise gemi patlatılmıştır. gemiden kurtulan tek kişi o zamanlar 19 yaşında olan david stoliardır. türk hükümetinin bu kadar katı davranmasının nedenlerinden biri yahudileri taşıyan silivride batan nehir kayığıdır. türkiye tarafsız olduğu için daha önce yahudileri taşıyan gemileri geçirmekteydi ama bu olay katı bir tutuma itmiştir türkiyeyi. ikinci dünya savaşı sonrasında karadeniz açıklarında batan struma için ve başka bir gemi bombalama olayı için almanyaya açılan bir dava sonrasında alman hükümeti çok önemli bir deniz tarihçisini olayı araştırması için görevlendirdi. iki yılı aşan araştırmalar sonucunda bulunan kaynaklar o gemileri sscb'in torpillediği yönünde. ayrıca bu torpilleyenlerin seyir defterimsi notlarında da yazılıdır. çeşitli bahanelerle batırdıkları yazdıkları gemilerin batma saatleri struma ve 1944te batan diğer 3 gemi ile tamamen uyuşmaktadır.

Ağaç : "Ne yazık ki senin sapın da bir ağaç..."


Boraltan katliamı @1945

Boraltan Köprüsü Katliamı
Yer Türk – Rus sınırında ki Boraltan Köprüsü sınır karakolu; Ülkede Milli Şef devri bütün acımasızlığı, bütün şiddetiyle yaşanmaktadır. Rus esaretine dayanamayan bir grup Türk, anavatanlarına kavuşmak, esaretten kurtulup, hürriyetle kucaklaşmak için, Rusya’dan kaçıp, Türk sınır karakoluna sığınıyorlar.
Türk sınır karakolunda müthiş bir panik; Ankara ile durmadan görüşmeler yapılıyor, karşılıklı kriptolar çekiliyor.
Devir Milli şef devri dedik ya; her şey iki dudak arasında. Sığınanlar ya öz yurtlarına kabul edilecekler, yada Boraltan Köprüsü’nün öbür ucundaki karakolları önünde tanklarıyla bekleyen Rus müfrezesine teslim edileceklerdir.
Türk toprağını öpmeyip adeta yalayan, Türk bayrağını göz yaşları ile sulayan, çocuklu – çocuklu, kadınlı ihtiyarlı grup, öz vatanlarının kendilerine sahip çıkacaklarından emin, bekliyorlar.
Ankara’dan gelen emir korkunç;
“-Ülkelerine iade edin!.”
Sınır karakolumuzda şaşkınlık ve inanılmazlık had safhada. Teyit üstüne teyit isteniyor. Emir aynı;
“-Ülkelerine iade edin!.”
Sınır karakol komutanı genç subay, çaresizlik içerisinde kendilerine sığınan bir avuç öz kardeşini Rus’lara teslim ettikten sonra olacakları aşağı, yukarı tahmin ediyor fakat yapacak bir şey yoktur. Ankara’dan gelen acı haberi karakollarına sığınan esir Türk evlatlarına çok zor cümlelerle anlatıyor. Vatanım, Bayrağım diyerek ülke sınır karakoluna sığınan bir avuç Türk, artık Ruslara iade edilecektir.
Boraltan köprüsünün öbür başında kanlı dişlerini sırıtıp göstererek bekleyen Rusların ne yapacaklarını iyi bilen sığınmacı bir avuç vatan evladı, Türk karakol yetkililerine yalvarıyorlar.
“-Ne olur bizleri siz öldürün onlara teslim etmeyiniz. Hiç değilse kendi toprağımızda, kendi Bayrağımızın altında ölelim.”
Bir avuç Türk, Ankara’nın, Türkiye’nin ve sınır karakolu personelinin gözleri önünde Rus’lara zorlukla iade ediliyorlar.
Karşı tarafta bekleyen Rus müfrezesi tarafından elleri ayakları bağlanan soydaşlarımız, hemen orada, Boraltan sınır karakolu personelimizin gözleri önünde kuruşuna diziliyorlar.
Karakol komutanı genç subayın gördüklerine dayanamayıp evine izine geldiğinde intihar ettiği de hala anlatılmaktadır.
Olayın vahametini bir şiirinde anlatan Azerbaycanlı şair Elmas Yıldırımın şiiri o günlerde meşru olmayan yollardan elimize ulaştırılmıştır. Elmas Yıldırımın şiiri çok uzun. Fakat ana tema aşağıdaki dörtlük’te verilmiştir:


Bir bayrakta uldızımız ayımız.
Nerden doğru bu imansız gayrılık.
Ben ne diyen bu vefasız dağlara,
Öz gardaşı dönek olan ağlara…


Boraltan bir köprü, aşar geçer arası
Yunsalar da suyuyla, çıkmaz yüzün karası
Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni
Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni


Döndüm geri de sordum, paşasına erine
Beni siz vursaydınız şu Moskof’un yerine...

Mehmet uzanmış yatıyor...















Mehmet uzanmış yatıyor...
Ama sanma ki ölmüş, sanma ki uyuyor...
Mehmet uzanmış yatıyor...
Demir yumruğunu sıkıyor... 
Sıkı sıkı...
Dün de...
Bugün de...

"Söz konusu vatan ise, gerisi teferruattır" K.Atatürk
















Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan?


Game theory : Prisoners dilemma

Oyun teorisinde ve sosyal bilimlerde son derece ünlenen bir işbirliği-rekabet modeli. 

Adını yeterli delilin bulunamadığı bir vakada iki suç ortağının birbirinden ayrı odalarda sorgulandığı bir polisiye sorgu tekniğinden alır. Sanıklardan her birisine, 'itiraf' etmesi halinde küçük bir ceza alacağı söylenir. Ama sonucu belirleyen şey itiraf edip etmeme değil, sanıkların birlikte mi yoksa tek başlarına mı hareket edecekleridir. 

Her ikisinin de susması, en iyi sonucu verecektir (karşılıklı işbirliği). Her ikisinin de itiraf etmesi (karşılıklı rekabet), azaltılmış da olsa her ikisinin de ceza alması anlamına gelecektir. Birinin susup diğerinin konuşması ise (tek taraflı rekabet) konuşanın hafif, susanın ağır ceza alması demektir. En iyi seçenek her iki tarafın da susmasıdır ama kişi için en düşük risk, itiraftır. Bir tür  toplamı sıfırsız olan bu model işbirliği ve rekabetle ilişkili güdülerin araştırılmasında kullanılır.


You and a friend have committed a crime and have been caught. You are being held in separate cells. You are both offered a deal but have to decide what to do. But you are not allowed to communicate with your partner and you will not be told what they have decided until you have made a decision.
Essentially the deal is this.

  • If you confess and your partner denies taking part in the crime, you go free and your partner goes to prison for five years.
  • If your partner confesses and you deny participating in the crime, you go to prison for five years and yor partner goes free.
  • If you both confess you will serve four years each.
  • If you both deny taking part in the crime, you both go to prison for two years.

What do you do?

The dilemma you are faced with is that it is better for you to confess, UNLESS you both deny taking part in the crime. BUT, if you think that you partner will deny taking part, then you CONFESS and go free. See the dilemma?

Avukat dostlarıma... kusura bakmasınlar:)

Genç bir avukat, Karadeniz'de genç bir kıza aşık olur. Flört ederler.

Birgün kız gelir derki: "2 Aylık hamileyim". Avukat kızı sevmektedir. "Peki ne yapacağız şimdi?" der. "Gelip isteyelim seni ailenden".

Kız: "Aman" der. "Sakın. bu şekilde bizimkiler beni öldürür gene sana vermezler. Bizim buralarda bunlar namus meselesi. Sen dur. Ben zaman içinde onlara uygun bir şekilde anlatırım, sonra da sana haber veririm" der.

"Tamam" der avukat. Ve başlar beklemeye. 1 hafta, 1 ay, 3 ay, 5 ay, 1 sene, 3 sene derken zaman geçer. Kızdan haber yok.

5 sene sonra birgün yolda görür kızı. Ufak bir çocuğun elinden tutmuş yürümektedir. Hemen koşar yanına avukat: "Aşkım. Neden bana haber vermedin? Yoksa bu da benim çocuğum mu? Onca zaman senden haber bekledim. Hani onlarla konuşup bana haber verecektin..."  der.

Kız ise bir iç çeker: "Konuştum" der. "Ailemle sonra konuştum. Anlattım onlara uygun zamanda. Onlar da anlayışl karşıladılar aslında".

"Eeeeee..." der avukar heyecanla.

"Sonra aile meclisi toplandı" der kız. Konuştular. Karar verdiler:

 "Ailemizin içine bir avukat geleceğine, bir piç gelsin" dediler :))

Mehmet Akif'ten...

...
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
...

Mehmet Akif Ersoy

Napolyon'dan...



Seninle aynı fikirde olmadıklarını söyleyenlerden korkma,
seninle aynı fikirde olmayıp ta bunu söyleyecek cesareti olmayanlardan kork!

Napolyon Bonapart

bırakıp gittiğin kadarız...





Bir dönüşle dönüyoruz
Yorgunuz, tenimiz esmer
İçimizde mağrur bir hüzün
Yaralarımız var eczası olmayan vurgunlar
En çok kadınlarımıza yakışan ağlamakla
En çok erkeklerimize dokunan çaresizlikle
Yaklaşıyoruz hayatın ikindisine
Biraz daha yaklaşıyoruz
Bir el uzatımında akşamın alacasındayız
Bu
Senin gidişinin hemen ertesinde
Dudaklarımızın kuruduğu
Suların çekildiği
Kızıl Denizin Diclenin
Önümüzde Musa elimizde asa ile
Yarıp geçtiğimiz Nilin
Ve eteklerimizi savura savura
Tükettiğimiz birlikteliğimizin ardından
Kayıp giden yıldızların şarkısı gibiyiz
Bir dönüşle dönüyoruz
Ne güzel oluyordu
Sağımıza dönüp seni görünce
Ne güzel oluyordu
Düştüğünde önümüze
Adı safranlara sarılı bir aşk gibi maceramız
Adı kıskanç kervanların zümrüt yüklerinde yazılı
Adı Leyla
Bir vaveyla kadar dokunsanız ağlamaklıyız
Bir dönüşle dönüyoruz
Belki baksak arkamıza ordasındır
Bu efsunu kaybetmek istemiyoruz
Hiç bir şeyini istemiyoruz aslında dünyanın
İncisini yakutunu ipek yumuşaklığını yastıkların
Bebeğin yüzümüze dokunuşunu istemiyoruz
İşlerimizin limanlığını
Ocağımızın sıcaklığını bile istemiyoruz
Bir dönüşle dönüyoruz
Seni unutmamak için şaşkın
İnanmamak için ölümüne inanıyoruz
Gittin mi aramızdan
Elini çektin mi üzerimizden
Bizi yetim
Şehrini öksüz bıraktın mı
Ne yapalım işte
Ağlamamayı beceremiyoruz
Isırdıkça kanayan dudaklarımızdan
Dökülen boş sözlerle birbirimize soruyoruz
Hava nasıl
Saat kaç
Yine çayırların yeşilliğinde otlayan kuzularımızın arasındayız
Yine çayırların üstünde matem işliyoruz
İnceldiği yerden kopan dünya
Bir araftan yol bularak başımıza düşüyor
Gökkubbe patlıyor tepemizde
Hissediyor anlıyor ama anlatamıyoruz
Bir dönüşle dönüyoruz
Bırakıp gittiğin kadarız
Hiç yağmur yağmıyor
Yorgunuz, tenimiz esmer
İçimizde mağrur bir hüzün
En çok kadınlarımıza yakışan ağlamakla
En çok erkeklerimize dokunan çaresizlikle
Yaklaşıyoruz hayatın ikindisine
Ne yapalım
Hiç yağmur yağmıyor
Sensiz yürüyünce
Bir dönüşle dönüyoruz
Kıyamet bize
Kıyamet bize
Sen yine de merhamet et bize
Merhamet et bize
Merhamet et bize


İbrahim SADRİ

Cemal Süreyya'dan...




DÜŞÜNCESİ DEĞİL, KENDİSİ
Çiçekleri sulayan adamın
Bir sürü adı vardır.
Üsküdara'a at yollar.

Fırat suyu bütün bir bölgeyi
Takma adlarla dolanmak
Zorundadır.

Ölüm güney yarımkürede
Çok sığ ve sonsuz geniş
Bir ırmaktır
Ganj da derler ona

Ölüm deyince

Zamansızlığın ortalarında
İstanbul'da enderun ağaları
Padişahın buyruğuyla
Kartopuna tutar birbirini

Cemal SÜREYA
 

Can Yücel olmazsa olmaz...


"O olmazsa yaşayamam" demeyeceksin.
Demeyeceksin işte...
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki...


Çok sevmeyeceksin mesela.
O daha az severse kırılırsın,
Ve zaten genellikle O daha az sever seni, Senin O'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.


Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin,
Senin değillermiş gibi davranacaksın.


Hem; hiçbir şeyin olmazsa kaybetmekten de korkmazsın,
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde,
Paldır küldür yürüyebileceksin...


İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin, güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela Kuzey Yıldızı, senin yıldızın olacak,
"O benim" diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...


Mesela gökkuşağı senin olacak,
İlle de bir şeye ait olacaksan; renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya ya da pembeye,
Ya da Cennet'e ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın...


Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat,
İlişik yaşayacaksın,
Ucundan tutarak..

R.I.P. Steve Jobs'dan...


Hayatinizin her gununu son gun gibiymis yasayin, bir gun hakli cikacaksiniz...

Stocholm Sendromu...



Stockholm Sendromunun Tarihçesi?
Olay 23 Ağustos 1973 günü Jan Erik Olsson’un Stockholm’un Normalmstorg semtinde bir banka şubesine girmesiyle başladı. Saat 10:03’te banka şubesine giren soyguncu, silahını çekip elindeki patlayıcıları da havaya kaldırarak “Hepiniz yere yatın parti başlıyor” diye bağırdı ve tavana da birkaç el ateş etti. Müşterilerin ve bu arada bazı memurların dışarıya kaçmasına göz yuman sıyguncu üç banka memuresini esir aldı.
Polis, banka şubesine üç dakika sonra ulaştı ve içeriye giren ilk polis, soyguncunun ateşiyle yaralandı. Polis, soyguncuyla bir saat sonra iletişim kurdu. Jan Erik Olsson, yarısı İsveç Kronu, yarısı da döviz olmak üzere 3 milyon kron tutarında para ile, kapının önüne bir sürat arabası getirilmesini talep etti. Soyguncu bu şartlarının yanı sıra, cezaevindeki arkadaşı Clark Olofsson’un da bankaya getirilmesini istedi. Paraları teslim aldıktan sonra rehineleri yanına alarak, kapı önüne getirileck sürat arabasıyla banka şubesinden ayrılacaklarını söyledi.


Polis öğleden sonra, soyguncunun cezaevindeki arkadaşını bankaya getirdi. İçerisiyle bağlantı, cezaevinden getirilen Clark Olofsson aracılığıyla yürütülmeye başlandı. Akşam ise, kapının önüne bir Mustang park edildi. Talep edilen 1,5 milyon İsveç kronu da soygunculara teslim edildi. Soyguncular da rehinelerden ikisini bırakmayı önerdiler. Ama polis kuşatmayı kaldırmadı.
      
BAŞBAKAN OLOF PALME’YE TELEFON
Soyguncular ve rehineler geceyi bankada geçirdi. Ertesi günü polis rehinelerle konuşmak istedi. Jan Erik Olsson, rehineleri teker teker gösterdi. Cezaevinden gelen soyguncu öğleden sonra polisle temasa geçerek, arkadaşının bankayı havaya uçurmak istediğini bildirdi. Gece içerden patlama sesi duyuldu. Kasaların patlayıcılarla açıldığı öğrenildi. Jan Erik Olsson, gece Başbakan Olof Palme’yi telefonla arayarak, olay yerinden serbestçe kaçabilmeleri için polis kuşatmasının kaldırılması yolunda polise emir vermesini istedi. Rehine kadın memurlardan biri de Palme ile konuşarak, soyguncunun talebinin yerine getirilmesi için yalvardı. Palme de kadına bu konuda yardımcı olmayacağını, soyguncu kabul ederse, rehineleri serbest bırakması karşılığında kendisini rehin olarak teslim edebileceğini söyledi. 

Olof Palme’den istediğini koparamayan soyguncu, Dagens Nyheter gazetesini arayarak onlarla da konuştu.
Polis kordonunun dışında gazeteciler kritik bir durumu atlamamak için sürekli nöbet tutarken, halk da olay yerine yığıldı ve geceyi orada geçirmeye başladı. Radyo ve televizyonlar, her gelişmeyi anında aktarırken, olay başka ülkelerde de yankı yarattı.
      
HALK POLİSİ AGRESİFLİKLE SUÇLADI
24 ağustos günü Dagens Nyheter’deki söyleşiyi okuyan halk polise kızmaya başladı. Rehinelerle kaçsalar bile soyguncuların onları öldürmeyeceğine inanan halk polisin, kaçma şanslarını ortadan kaldırarak rehinelerin yaşamlarını tehlikeye attığını düşünmeye başladı. Polis ise banka şubesinin arka bölümündeki soyguncuları ve rehineleri üzerlerinden kilitledi. Kilitlenen bölümün tavanından delik açıldı ve yemek sevkiyatı oradan yapıldı. Soyguncular açılan delikten uyuşturucu gaz püskürtüleceği endişesiyle rehineleri tehdit etmeye başladılar. Rehinelerden birinin boynuna sicim bağladılar ve polisin uyuşturucu gaz verimesi halinde boynuna sicim bağlanan rehinenin uyuşurken öleceğini bildirdiler. Gergin bekleyiş 28 ağustos akşamı 21:28’e kadar sürdü. Polis gerçekten içeriye gaz püskürttü, soyguncularda silahlarını atarak teslim oldular.

Altı günlük gergin bekleyiş sırasında polisin tutumu halk arasında tepki yarattı. Polisi agresif bulan halk, soygunculara acımaya başladı. Pazarlık sırasında soyguncularla rehineler arasında iyi bir diyalog olduğu ve rehinelerin de polise kızdığı öğrenildi. Olay bu boyutuyla dünyanın ilgini çekerken, bu ruh hali ‘Stockholm sendromu’ diye anıldı ve zamanla benzeri durumlar için bu tanımlama kullanılmaya başlandı.
      
VİCDAN PUSULASI
Soygunculardan Jan Erik Olsson’a on yıl hapis cezası verildi. Sekiz yıl sonra cezaevinden çıkan soyguncu, bir daha yasadışı işlere karışmadı. Önce domuz yetiştiriciliği yaptı. Ardından da Tayland’a taşındı.
Otuz yıl sonra, olay tüm ayrıntılarıyla tekrar anılıyor. Gazeteler Jan Erik Olsson’u Tayland’da buldular. Banka soygunu girişiminden sonra sakin bir yaşam seçen Olsson’un bir dükkan işlettiği öğrenildi. Clark Olofsson ise sadece bir yıl ceza aldı ancak o günden sonra işlediği sayısız suç nedeniyle çok az dışarda kaldı. Şu anda da Kopenhag Cezaevi’nde uyuşturucu kaçakçılığından dolayı aldığı cezayı çekiyor.

Stockholm sendromu bir anlamda vicdan pusulasındaki ibrenin yöneldiği manyetik çekim merkezini de gösteriyor. O manyetik çekim merkezi de, insanların davranışlarındaki makul ölçüden başka bir şey değil. Polis de olsa, asker de olsa fark etmiyor. Banka soyguncuları, rehinelerin hayatı tehlikeye atılmadan yakalanmış olsalar ve aldıkları cezadan çok daha fazlasına çarptırılmış olsalar bile, belki insanlar “Oh olsun” diyeceklerdi. Ama polis, insan hayatını tehlikeye atan davranışıyla halkın tepkisini üzerine çekti. Bunun sonucunda da halk, giderek soygunculara sempati beslemeye başladı. 

Johari Penceresi...


1955 yılında iki bilim adamı, Joseph Luft ve Harry Ingram, insanların kendileri hakkında bazı şeyleri göremediklerini ya da bilmediklerini basit bir teori ile ortaya koymuşlar. “Johari Penceresi” denen bu teoriye göre kendimize dair bizim bildiklerimiz ya da başkalarının bildikleri dört ana alanda tanımlanıyor.
I.Açık alan: Kişinin kendisinin ve aynı zamanda başkalarının haberdar olduğu davranışları ve düşünceleri.
II. Kör Alan: Kişinin kendisi hakkında bilmediği ancak başkalarının onun hakkında bildiği davranış ve düşünceleri. Bu basit bir bilgi olabileceği gibi, kişinin doğrudan yüzleşmekte zorlandığı (ancak başkaları tarafından görülebilen) yetersizlik duygusu, yetkin olamama, değersizlik, reddedilme, vb. konular da olabilir.
III. Gizli (Saklı) Alan: Kişinin kendisinin bildiği ancak başka kişilerin bilmesini istemediği davranış ve düşünceleri.
IV. Bilinmeyen Alan: Kişinin kendisi tarafından da, başkaları tarafından da bilinmeyen davranış ve düşünceleri.
İster bir arkadaş sohbetinde,  ister kurumsal bir yapıdaki performans uygulamasında aldığınız geri bildirimlerin tümü çok değerli çünkü onlar “kör alanınızı” daraltırken, “açık alanınızı” genişletmenin en önemli yolu.

Don't...


Don't ever mistake my silence for ignorance, 
my calmness for acceptance 
or my kindness for weakness...

Kartalın yeniden doğuş hikayesi...

Kartallar, kanatları ve kuyrukları geniş, bacakları tüylü, iri yırtıcılardır. 2-3 yılda ergenliğe ulaşırlar. Uçuşta sıkça dönerek yükselirler. Ormanlar ve dağlarda yaşarlar. Kaya girintilerinde ve ağaçlarda yuva yaparlar. Kartallar tek eşlidir. Yaşamları boyunca eş değiştirmedikleri gibi her yıl aynı yuvayı kullanırlar. Yuvaları genellikle kolay ulaşılamayacak yerlerdedir.

Kartallar, kuş türleri içinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar vardır. Ancak 40 yaşına geldiğinde, gagası artık uzamış ve göğsüne doğru kıvrılmıştır. Kanatları yaşlanır ve ağırlaşır. Tüyleri kartlaşır ve kalınlaşır. Artık kartalın uçması iyice zorlaşmıştır. Artık kartal burada iki seçimden birini yapmak zorundadır: Ya ölümü beklemeyi seçecektir. Ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini göğüsleyecektir.

Bu yeniden doğuş süreci, 150 gün kadar sürecektir. Buna cesaret eder ve karar verirse; kartal bir dağın en yüksek tepesine uçar ve orada bir kaya duvarda, artık uçmasına gerek olmayan güvenli bir yer bulur. Burada gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Bu çok kanlı ve acılı bir süreçtir. Kartal artık yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gaga ile pençelerini yerinden söker çıkartır. Bu da çok kanlı ve acılı bir süreçtir. Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez de eski tüylerini yolmaya başlar. 5 ay sonra kartal, kendisine 30 yıl daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur “Yeniden Doğuş” uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.  Kartal yaşadığı tüm acılara rağmen, artık yeniden doğmuştur...

Bazen hayat ta insanları bir gün bu zor kararı almak zorunda bırakır. Kartalın cesareti acaba kaç insanda vardır ya da yoktur?

my old/new car...



Dream car... Marcos Mantis...

Akrep ile Kurbağa...


Çok iyi niyetli bir kurbağa yaşarmış gölün birinde... Aşırı iyi niyetli, hatta salak derecesindeymiş bizim kurbağa... Bütün gün gölün kenarına gelenleri sırtına alır, gölün karşısına hiçbir karşılık beklemeden taşırmış... Bundan da mutlu olurmuş... Vardır halen böyle "salaklar" hayatta...


Herneyse biz hikayemize dönelim... Birgün bir akrep gelmiş göl kenarına. Zehirli bir akrep. Akrebi gören kurbağa gölün ortasına doğru yüzmüş hemen kendini koruyarak. Aman demiş benden uzak dur... 


Akrep seslenmiş :"Hey kurbağa, beni de bir karşıya atıversene".


Kurbağa cevap vermiş :"Yohh yaaa... Pışşşıkkk... Ben salak mıyım? Sen akrepsin, sokarsın beni, ben de ölürüm... Yohh yaaa..." demiş.


Akrep başlamış dil dökmeye :"Yok valla sokmam, billa sokmam, inan sokmam,vs".


Ama nafile. Bizim kurbağayı inandıramıyor bir türlü. Kurbağada can korkusu; akrebi dinlese de ikna olmuyor. Akrep sonra demiş ki:"Yahu düşünsene ben seni neden sokayım. Yüzme bilmiyorum. Eğer seni sokarsam, ben de boğulur ölürüm... Mantıklı ol. Sokar mıyım seni?"


Kurbağa düşünmüş. Akrep haklı. Son kez sormuş gene:"Haklısın. Peki. Ama bak son kez soruyorum. Sırf iyilik için seni karşıya geçiricem. Beni sokmazsın dimi?" demiş.


Akrep kendinden emin: "Yok yahu... Sokmam, söz" demiş. Ve kurbağa kenara yaklaşmış. Akrebi sırtına almış ve başlamış gölün diğer tarafına doğru yüzmeye. Ortalara biryere vardıklarında birden sırtında tarifsiz bir acı hissetmiş. Anlamış ki akrep soktu zehirli iğnesiyle. Tüm gövdesini kaplamış acı. Uyuşmaya başlamış. Akıntıya kapılmış. Boğulacak.


Akıntıda sürüklenirken arkasına baktığında akrebin de boğulmak üzere olduğunu görmüş. Son bir çabayla sormuş akrebe:"Yahu hani sokmayacaktın beni... Neye yaradı şimdi? Bak sen de ölüyorsun, ben de... Neden yaptın bunu?" demiş.


Akrep hiç tereddütsüz cevaplamış:
"Ne yapayım... HUYUM BU..."

My Way....




And now, the end is near,
And so I face the final curtain.
My friends, I'll say it clear;
I'll state my case of which I'm certain.


I've lived a life that's full -
I've travelled each and every highway.
And more, much more than this,
I did it my way.


Regrets? I've had a few,
But then again, too few to mention.
I did what I had to do
And saw it through without exemption.


I planned each charted course -
Each careful step along the byway,
And more, much more than this,
I did it my way.


Yes, there were times, I'm sure you knew,
When I bit off more than I could chew,
But through it all, when there was doubt,
I ate it up and spit it out.


I faced it all and I stood tall
And did it my way.
I've loved, I've laughed and cried,
I've had my fill - my share of losing.


But now, as tears subside,
I find it all so amusing.


To think I did all that,
And may I say, not in a shy way -
Oh no. Oh no, not me.
I did it my way.


For what is a man? What has he got?
If not himself - Then he has naught.
To say the things he truly feels
And not the words of one who kneels.
The record shows I took the blows
And did it my way.


Yes, it was my way.